Son yıllarda siyaset arenasında sıkça yapılan eleştirilerden biri de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kuruluş kodlarından, yani kendisini var eden ilkelerden uzaklaştığı yönündeydi. Bu eleştirilerin haklı tarafları da vardı elbette. Ancak 2001 seçimlerinden beri ülkeyi yöneten bir partiyi buna iten sebepleri de irdelemek gerektiği kanaatindeyim.
Bunu anlamak için ülkenin askeri vesayet altında inim inim inlediği o günlere gitmek gerekir. Öncelikle 2001 yılında ülkenin siyasi durumuna bakalım. Koalisyon hükümetinin ülkeyi sürüklediği belirsizlik, toplumun siyasete karşı duyduğu güvensizlik, demokrasinin başında sallanan askeri vesayet kılıcı gibi birçok etken ülkeyi yaşanamaz bir hale getirmişti.
Faizlerin gecelik yüzde 7500’lere çıktığı bir ekonomik işleyiş ve IMF’ye bağımlı bir ekonomi yönetimi vardı. Halk bundan çok rahatsızdı. AK Parti işte bu kaotik ortamda ülkeye nefes aldıran bir enerjiyle çıktı siyaset sahnesine.
Muhafazakar demokrat kimliği ile girdiği ilk seçimlerde 365 milletvekili çıkaran AK Parti, o günden beri her seçimi kazanmayı başardı. Bunun en önemli sebebi ise ülkenin kavuştuğu istikrar ortamı ve ekonomik kalkınma oldu. Elde edilen kazanımları kaybetmek istemeyen seçmenin her dönem tercihi de AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan oldu elbette.
Bu süreçte, ülkenin başörtüsü, ekonomi, işsizlik, yolsuzluk, askeri ve bürokratik vesayet, siyaset ve devlet arasındaki kan uyuşmazlığı gibi binlerce sorun da çeşitli şekillerde çözüldü. Bu gelişmeler toplumun takdirini aldı ve AK Parti hanesine artı puan olarak yazıldı.
Tabi aynı dönemde AK Parti’yi iktidardan indirmek için yapılan küresel operasyonlar da söz konusuydu. Küresel diyorum çünkü yaşananların hiçbirinin dış destek olmadan yapıldığını düşünmüyorum.
Mesela, AK Parti hükümetine karşı verilen e-muhtıra, mesela Gezi Parkı olayları, mesela 17/25 Aralık darbe girişimi, mesela 15 Temmuz darbe girişimi, mesela çözüm sürecinin bitmesine sebep olan hendek olayları…
Bunların tümü, direkt veya dolaylı olarak AK Parti hükümetini iktidardan indirmek için yapıldı. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğindeki parti, her krizden daha da güçlenerek, halkın desteğini daha fazla alarak çıktı. Çünkü başta da belirttiğim gibi halk elde ettiği kazanımlardan vazgeçmek istemiyordu.
15 Temmuz darbe girişiminden sonra AK Parti’nin muhafazakar demokrat kimliğini bir kenara bırakarak, daha milliyetçi bir kimliğe büründüğü eleştiriliyor. AK Parti yönetimi her ne kadar bunu kabul etmezse de sokaktaki baskın görüş bu yönde.
Peki birçok demokratik açılım gerçekleştiren, 40 yıllık Kürt meselesini bitirmeyi amaçlayan, çok sayıda yargı reformuna imza atan ve siyasi geleceğini tehlikeye atmak uğruna çözüm süreci gibi bir süreci yürüten AK Parti, neden böyle bir tercih yaptı?
15 Temmuz’da Türkiye’nin neredeyse dış güçler tarafından işgaline yol açabilecek girişimler, bu tercihin en önemli nedenlerinden biriydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bu ittifaka iten diğer önemli sebep ise, kendini “Kürt siyaseti” olarak tanımlayan yapıların, birlikte çözüm süreci yürüttükleri AK Parti’yi iktidardan düşürme çabalarıydı. “Seni Başkan yaptırmayacağız” sözü, bunun en önemli kanıtlarından biriydi.
40 yıllık Kürt meselesini çözmek için siyasi geleceğini riske atan seçilmiş Cumhurbaşkanı’nın elini güçlendirmek ve destek vermek yerine, onu başkan yaptırmamaya yemin etmek hangi aklın ürünüdür çok merak ediyorum.
Üstelik o günlerde ülkenin Doğu ve Güneydoğu’sunda şehirlere hendek kazılıyordu, yollara bombalar döşeniyordu, insanların can ve mal güvenliği tehdit altındaydı. Böyle bir durumda devleti yöneten partinin milliyetçi bir cephede yer alması kaçınılmazdı çünkü ülkede hayatın bir an önce normale dönmesi gerekiyordu.
Eleştirilecek yönleri oldu mu? Evet, oldu ve eleştirdik de. Ancak bağcıyı döverek değil. AK Parti’nin son kongresinde ise bir öze dönüşün gerçekleşmeye başladığını açıkça gördük.
Bunun en önemli göstergesi ise bölgede sivil siyasete önem veren, sivil toplumla ilişkileri gayet iyi olan isimlerin yeniden partinin yetkili organlarına seçilmesi oldu.
Abdurrahman Kurt, Mehdi Eker, Efkan Ala, Alattin Parlak, Abdurrahim Fırat gibi bölgeyi bilen ve bölge halkıyla doğrudan temas kuran bu isimlerin yeniden seçilmesi heyecan yarattı.
Efkan Ala'nın Bursa Milletvekili olmasına rağmen bölgeden birçok aktör, kanaat önderi ve sivil toplum örgütü temsilcileriyle görüştüğünü yakından bilen biriyim.
Abdurrahman Kurt'un da hemen hemen her hafta sonunu bölgede vatandaşlarla bir araya gelmesi ve sorunlarını dinlemesi oldukça önemli.
Alattin Parlak'ın ise sürekli bölge teşkilatlarıyla iç içe olup, STK temsilcileri ve vatandaşlarla yakın ilişki kurması, bir süre bölge ile Ankara arasında oluşan ufak boşluğu gidermiş oldu.
Mevcut Milletvekili Mehdi Eker de seçim bölgesi olan Diyarbakır’da iyi bir performans sergiliyor.
Peki bu yeterli mi? Elbette değil. MKYK ile birlikte Bakan ve Bakanlık düzeyindeki isimlerin de bölge ziyaretlerini yoğunlaştırması gerektiğini düşünüyorum.
YeniJournal’da yayımlanan köşe yazıları, yazarların kendi görüşlerini yansıtmaktadır. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlara aittir.