Yaklaşık 2 yıldır süren korona virüs salgını, hayatımızda iyi kötü pek çok şeyin değişmesine sebep oldu. Neredeyse bilim kurgu filmlerine konu olan bir süreci, hiç beklemediğimiz bir anda büyük bir tedirginlikle yaşadık. Anladık ki bu virüs, yoksul-zengin, iyi- kötü, genç-yaşlı dinlemiyor. Bu bize neyi hatırlattı? Gereksiz ve önemsiz şeylere paha biçmenin ne kadar yanlış bir kanı olduğunu, gündelik hırsların boşluğunu, sarılmanın iyileştirici etkisini, varlıklı olmanın, tüm imkânları elinde bulundurmanın sağlığı kurtaramadığını ama en önemlisi derin bir nefes çekerek gökyüzüne bakabilmenin özgürlüğünü...
Artık yavaş yavaş güzel haberler almaya başladık fakat yine de tedbiri elden bırakmamak gerek. Bilim Kurulu, geçtiğimiz günlerde, salgınla mücadelede gelinen nokta ve kısıtlamaları tekrar değerlendirerek maske zorunluluğunun bazı alanlarda kalktığını duyurdu. İçişleri Bakanlığı da maskenin nerelerde takılmaya devam edileceğini belirten genelgeyi yayımladı. Buna göre, açık alanlar ile sosyal mesafenin uygulanabildiği ve uygun havalandırma koşullarının bulunduğu kapalı yerlerde maske kullanma zorunluluğu uygulanmayacak. Mesafeyi koruyamadığımız ve havalandırmanın yeterli olmadığı kapalı alanlarda ise maske kullanımına devam edeceğiz. Şahsen ben, açık alanlarda dahi maske kullanımına belli bir süre daha devam edeceğim. Geldiğimiz bu noktada, en önemli konu, açıklanan kararlara riayet etmek, tedbiri elden bırakmamak ve çevremizdeki insanların sağlığını, yakınlarını gözeterek hareket etmek olacaktır. Özellikle bu hafta sonu, soğuk havaya rağmen, insan yoğunluğunun az olduğu açık alanlarda, gökyüzüne bakarak, sağlıklı ve hayatta olduğumuza şükredip, doğanın tadını çıkarabiliriz. Her şeyin en iyisi, en güzelinden ziyade sağlığımız yerinde olsun. Geçenlerde güzel bir anekdota denk geldim, alıntıladığım bu yazıyı sizlerle de paylaşmak isterim.
“Üniversiteden yeni mezun olmuş bir arkadaş grubu, eski üniversitelerindeki profesörlerini ziyarete gider. Sohbet ilerler, bir ara konu hayatta karşılaşılan sıkıntılara ve bunların neden olduğu strese gelir. O esnada, misafirlerine kahve ikram etmek isteyen profesör, mutfağa gider ve büyük bir termos içinde kahve ile beraberinde porselen, plastik, cam, kristal olmak üzere değişik tarzda ve ucuz görünenden pahalı görünene kadar değişik kahve bardakları ile gelir. Elindekileri masaya koyar. Herkes bir bardak seçince, profesör şöyle söyler:
“Eminim fark etmişsinizdir; pahalı görünen bardakların tümü alındı ve geriye ucuz görünümlü, sade bardaklar kaldı. Kendiniz için en iyi olanı istemeniz elbette normal bir durum. Ne var ki aslında sizin stresinizin ve problemlerinizin kaynağı tam da bu durumdan kaynaklanıyor. Gerçekte bardağın kendisi kahvenin kalitesine hiç bir şey katmaz. Çoğu zaman, sadece daha pahalıdır ve hatta bazı durumlarda da içtiğimizi saklar. Hepiniz aslında kahve istiyordunuz, bardak değil. Oysa bilinçli olarak en iyi bardaklara yöneldiniz ve sonra birbirinizin bardağına bakmaya başladınız.
Bir an için hayatınızın ‘kahve’; iş, para ve toplumdaki konumunuzun ise ‘bardaklar’ olduğunu düşünün. Bardaklar nasıl kahveyi tutmak için varlarsa, onlar da hayatı tutmak için varlar. Seçtiğimiz bardak, yaşadığımız hayatın kalitesini belirlemediği gibi değiştirmez de. Bazen sadece bardağa odaklanarak bize sunulan kahvenin tadını çıkarmayı unuturuz. Kahvenizin tadına varın! En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip değildirler. Sadece her şeyin en iyi şekilde tadını çıkartırlar. Basit yaşayın. Birbirinize derinden özen gösterin. Saygılı ve nazik olun, cömertçe sevin.”
Evet, bu yazıda da belirtildiği gibi, hayatı ıskalamadan, ufak detaylarda boğulmadan ‘Bedenimizi hasta eden ruhumuzun baskısına’ takılı kalmadan, güzel bir hafta sonu geçirelim. Sağlıcakla kalın…
Yeni Journal’da yayımlanan köşe yazıları, yazarların kendi görüşlerini yansıtmaktadır. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlara aittir.